Onlar “Allah’a ibadet” gerçeğinin sadece Allah’ı takdis etmek ve O’na yakarmak anlamında olduğunu zannetmiş ve sadece Allah’a namaz kılıp yakardıkları için de Allah’tan başkasına “ibadet” etmedikleri konusunda emin olmuşlardır. Kur’an ve hadis terminolojisindeki ibadetin geniş anlamını bilmek, bu düşüncenin temelsizliğini kendiliğinden açığa çıkarmaktadır. Kur’an ve hadis terminolojisinde ibadet; her makam ve güç tarafından insana sunulup yüklenilen her türlü emir, kanun ve sistem karşısında tam bir itaat ve teslimiyet içinde olmayı ifade etmektedir.
Bu itaat ve teslimiyet ister takdis ve yakarış hissiyle olsun veya olmasın hiç fark etmez.
Bu esas üzere ilahi olmayan herhangi bir kudretin emir, kanun ve sistemlerini isteyerek ve teslimiyet içinde kabul edenler, o sistemlerin ve sistem sahiplerinin kulları konumuna düşer. Bu durumda ilahi kanunlar için de bir yer ayırır, ferdi ve toplumsal hayatının bir bölümünde Allah’ın emir ve kanunlarıyla amel ederse, müşrik (Allah ile birlikte başka birinde de ibadet eden kimse) olur. Bu bölümü ve alanı Allah’a özgü kılmazsa bu durumda da kafir (Allah’ın varlığının nurlu ve görünür gerçeğini görmezlikten gelen, inanç veya amel açısından inkar eden kimse) sayılır.
Bu İslami bilinç sayesinde “la ilahe illallah”[1] (Allah’tan başka ilah yoktur.) kelimesini davetlerinin ilk ilkesi kılan ilahi dinlerin ne dediğini, ne istediğini, ne ve kimle karşı karşıya olduğunu kolayca anlamak mümkündür.
Bu gerçek –ibadet anlamının gerçeği- İslami kaynaklar olan Kur’an ve hadislerde düşünen ve akıl sahipleri için hiçbir şüphe bırakmayacak ölçüde açık ve mütevatirdir. Örnek olarak bu konu ile ilgili Kur’an’dan iki ayet ile İmam Sadık’tan (a.s) bir hadis nakletmekle yetiniyoruz:
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَـهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek ilahtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.” [2]
وَالَّذِينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ أَن يَعْبُدُوهَا وَأَنَابُوا إِلَى اللَّهِ لَهُمُ الْبُشْرَى
“Şeytana ve putlara kulluk etmekten kaçınıp, sadece Allah’a yönelenlere müjde vardır.”[3]
Ebu Basir, İmam Sadık’tan (a.s) (zamanındaki gerçek Şiilere hitaben) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
انتم هم، و من اطاع جبارا فقد عبده
“Tağuta itaatten kaçınanlar sizlersiniz. Her kim zalime itaat ederse ona ibadet etmiş olur.”[4]
وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ve sadece senden yardım dileriz.”
Allahım! Senin düşmanlarından ve uluhiyet iddiasında bulunanlardan hiçbir yardım beklentisi içinde değiliz. Onlar Allah’ın uluhuyetini kabul etmedikleri için Allah’ın kullarına ve Allah yolunun yolcularına da yardım etmezler. Allah’ın yolu, Allah peygamberlerinin yoludur. Bu yol hak, adalet, kardeşlik, tüm insan bireyleri arasında dayanışma, birlikte yaşamak, insana değer vermek; ayrıcalıkları, zulümleri ve haksızlıkları ortadan kaldırmak üzere kurulu bir yoldur. Utanç dolu hayatlarını ve gaspa dayalı bütün imkanlarını tüm asil değerleri yok etmek üzere kuran Allah düşmanları ve uluhiyet iddiasında bulunan kimseler, Allah’ın kullarına nasıl yardım edebilir ki? Onlar Allah’ın kullarına karşı bitmek bilmeyen bir savaş ve amansız bir düşmanlık içindedirler. O halde sadece Allah’tan yardım dileriz. Bizlerde karar kıldığı irade ve akıl gücünden, hayatta kalmak ve yaşamak için bizlere verdiği araçlardan ve tanındıkları taktirde düşünce ve amelin çözümü olabilecek tarihi ve tabii kanun ve sünnetlerden, güçlü orduları olan ve insanlığa hizmet eden tüm kudret araçlarından yardım dileriz.
اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ
“Bizleri doğru yola hidayet et.”
Eğer insanın hidayetten daha üstün ve hayati bir ihtiyacı olsaydı şüphesiz bu ihtiyaç Kur’an’ın başlangıcı olan ve namazın en önemli bölümü sayılan Hamd suresinde dua diliyle zikredilir ve Allah’tan bu konu ile ilgili olarak yardım dilenirdi.
Akıl ve tecrübe, ilahi hidayet vesilesiyle doğru, faydalı ve sorunları halledici bir mecrada yer alır ve bu akıl ve tecrübe hidayetten mahrumiyet sebebiyle de, eşkıyanın elinde bir kandil veya delinin elinde bir kılıç haline dönüşür.
Doğru yol o fıtri programın kendisidir. Bu program insanın doğal imkanları, eksiklikleri ve ihtiyaçlarını doğru bir şekilde temin etmesi esasınca göz önünde bulundurmuştur. Bu yol Allah’ın peygamberlerinin insanların yüzüne açtığı ve kendilerinin de ilk yolcusu ve öncüsü oldukları bir yoldur. İnsan bu yola koyulduğu taktirde düz yatakta akan bir su gibi, kendi kendine hiç bir güç ve kudret gösterisi olmaksızın insanlığın sınırsız yüceliş deryasından ibaret olan baş hedefine doğru yol alır. Bu program eğer insanların hayatında “toplumsal bir düzen” olarak yer alır ve hayata geçirilirse kendileri için refah, emniyet, özgürlük, yardımlaşma, karşılıklı sorumluluk, sevgi ve kardeşlik armağan eder ve insanlığın eskiden beri süre gelen tüm mutsuzluklarına son verir.
Lakin bu yol ve bu program nedir? Bu karmaşık pazarda herkes bir iddiada bulunmakta ve her grup, diğer grupları hatalı kabul etmektedir. Dolayısıyla bu kısa girişe uygun bir işaretle, ilk önce Kur’an açısından bu doğru yolun açıkça ortaya konması gerekir.
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ
“Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna”
Allah’ın nimetine mazhar olanlar ve kendilerine ilahi nimet verilenler kimlerdir? Hiç şüphesiz nimetten maksat en seçkin sahiplerinin sürekli olarak Allah ve insanlık düşmanlarının en yırtıcısı olduğu maddi mal, makam ve güç değildir. Maksat bu hiçbir değer ifade etmeyen oyuncaklardan, çok daha yüce bir nimettir. Nimet Allah’ın lütüf, inayet ve hidayetidir. Kendi gerçek değerini tanımak ve kendini yeniden bulmak nimetidir.
Kur’an’ın bir başka yerinde bu nimete mazhar olanlar tanıtılmış ve şöyle buyurulmuştur:
وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقًا
“Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru olanlar[5], şehitler ve iyilerle berâberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!”[6]
O halde namaz kılan kimse bu cümlesiyle Allah’tan kendisini peygamberler, doğrular, şehitler ve salihlerin yoluna hidayet etmesini dilemektedir. Bu yol tarihte açık bir şekilde yer almış bir çizgi ve hedefi belli, yolcuları meşhur ve malum apaçık bir yoldur.
Bu yolun karşısında da belli ve yolcuları tanınmış bir başka yol vardır. Namaz kılan insan o yol ve yolcularını hatırlamakla o yola ayak basmamak ve o yöne sürüklenmemek hususunda kendisini uyarmakta ve bunu önceki duasının ardından şöyle beyan etmektedir:
غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ
“Gazaba uğramışların yoluna değil”
Kimler Allah’ın gazabına uğramıştır? Bunlar Allah yolunun tam karşısında başka bir yola ayak basan; habersiz, iradesiz ve zayıf yapılı halk yığınlarını veya bilgili ama eli bağlı ve esir kimseleri kendisiyle beraber o yola sürükleyen kimselerdir. Tarih boyunca insanların işlerini zorbalık ve zulümle veya hile ve aldatışla elinde bulunduran ve onları iradesiz, kukla ve mustaz’af varlıklar haline getiren kimselerdir.
İnsanları ahmaklaştırarak ve zorlayarak aşağılık ve rezilce işretlerini temin eden kimselerdir. Başka bir tabirle Allah’ın gazabına uğramış olanlar, batıl yolu cehalet ve habersizliği sebebiyle değil; inat, bencillik ve zorbalık yoluyla kat edelerdir.
Tarih gerçeğinde sürekli olarak bu grubu, dini hedeflerin varlık felsefelerine iptal çizgisi çizdiği ve ilk muhalefet adımını kendilerine doğru attığı dünyevi güç sahipleri ve üst sınıftan kimseler teşkil etmiştir. Bu iki grup -hidayete erenler ve gazaba uğramışlar- dışında yolları sonuç olarak gazaba uğramışların yoluna varan[7] üçüncü bir grup daha vardır. Sonraki cümlede halkın bu grubuna işaret etmektedir:
وَلاَ الضَّالِّينَ
“Sapmışların yoluna değil”
Bunlar da bilgisizlik ve bilinçsizlikle ve saptırıcı önderlere uyarak Allah’ın yolundan ve hakikatten ayrı bir yola koyulanlardır. Oysa doğru yolda olduklarını zannetmektedirler. Aslında onlar tehlikeli bir yola sapmışlar ve acı bir sona doğru yürümektedirler.
Bu grubu da tarihte açıkça görmek mümkündür. Cahiliye sistemlerinde gözleri kapalı ve başları önünde önderlerinin istek ve iradelerinin peşice gitmişler ve onların lehine hak ve adalet davetçileri ile Allah’ın dininin elçilerini hatalı kabul etmişlerdir. Hatta bazen onların karşısında durmuşlar ve bir an olsun bu akılsızca tutumlarını gözden geçirmeyi bile düşünmemişlerdir.
Bu tutumu akılsızca nitelendirmemizin sebebi ise bu işin tümüyle üst sınıfın lehine ve bu sapmışların zararına olduğu sebebiyledir.
Tam tersine gazaba uğramışların varlık ve haysiyetini kökünden kazıyan peygamberlerin daveti, tabiatı gereği mahrum, mustaz’af ve bu cümleden ahmaklaştırılmış sapıkların lehine ve yararınadır. Namaz kılan kimse bu iki metodu (gazaba uğramışların ve sapıkların metodunu) kendi kendisine hatırlamakla, kat etmesi gereken yol ve peygamberlerin kurtarıcı feryadı karşısında takınması gereken tutuma oranla oldukça hassas dikkatli ve gözetici bir halete bürünür. Ardından eğer hayat metodunda herhangi bir gelişim ve ilerleme görecek olursa, yeniden bu büyük nimetin şükranı olarak Allah’ı şükreder ve ona hamd ederek şöyle der:
الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Hamd Alemlerin Rabbi Olan Allah’a mahsustur.”[8]
Böylece namazın büyük bir bölümünü bitirmiş olur. Bu söylediklerimiz Kur’an’ın girişi mesabesindedir. (Fatihat’ul Kitap)
Kur’an’ın girişi/önsözü, diğer her kitabın önsözü gibi bu kitabın bilgi ve ilim mecmuasının tümel programının bir göstergesidir. Aynı şekilde namaz İslam’ın küçük ve özet bir portresi ve kısacası, sözü edilen İslam ideolojisinin bir çok seçkin nokta ve hususiyetlerinin göstergesidir. Fatihat’ul Kitap da Kur’an bilgilerinin asıl çizgisinin ve seçkin noktalarının fihristi konumundadır ve çok önemli kılavuzluklarının özetini içermektedir. Tüm varlıklar ve alemler birbiriyle bağlantısı bulunan tek bir birim şeklindedir ve tümüyle alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
Her şey ve herkes Allah’ın sevgi ve bağışına mazhardır. Müminler ise Allah’ın özel ve lütuf ve rahmetine hak kazanmışlardır:
الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ
“O rahman ve Rahimdir.”
İnsanın hayatı bu dünyadan sonra da, olduğu gibi devam eder ve sürüp gider. O alemde de mutlak hakimiyet şüphesiz Allah’a aittir:
مَـلِكِ يَوْمِ الدِّينِ
“O din Gününün sahibidir.”
İnsan, Allah’tan gayrisine ibadetten kurtulmalı ve Allah’ın tedbiri sayesinde insani özellikler ve insanlık yolunda özgürce ve kendi iradesiyle yaşamalıdır.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Sadece sana ibadet ederiz.”
Hayatın doğru yolunun mutluluk verici programını Allah’tan istememiz ve almamız gerekir:
اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ
“Bizleri doğru yola hidayet et.”
Namaz kılan kimse dost ve düşmanlarının cephesini, her birinin tutumunu ve hedeflerini tanımalı ve her cephede imanına yakışır bir tutum içinde olmalıdır…
صِرَاطَ الَّذِينَ
“…kimselerin yoluna.”
SURE
Bu eğitici ve çok anlamlı dua ve yakarışın ardından namaz kılan kimse Kur’an’ın tam bir suresini tilavet etmelidir.
Bu işle namaz kılan kimse, özgürce ve kendi isteğiyle seçtiği Kur’an’ın bir bölümünü hatırasında canlandırmaktadır. Yani kendisine İslami bilgilerin yeni bir bölümünü takdim etmektedir.
Namazda Kur’an okumanın farizesi –nitekim İmam Ali b. Musa (a.s) Fazıl b. Şazan’a buyurduğu bir hadisinde de bunu dile getirmiştir. Kur’an’ı terkedilmiş olmaktan ve anlaşılmaz kılmaktan kurtarmakta ve hatıralarda, zihinlerde hazır bulundurmaktadır.[9]
Burada da biz genelde namazlarda okunan tevhid suresinin kısa bir tercümesini yapmakla yetiniyoruz.
بسم الله الرحمن الرحيم
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
قُلْ
De ki: (Ey Peygamber!)”
Kendin bil ve başkalarına da bu gerekli mesajı ulaştır ki:
هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ
“O Allah bir tektir.” [10]
Dinlerin ve tahrif edilmiş inançlarının tanıttığı ilahlar gibi O’nun da ortak, denk ve rakibi yoktur. Dolayısıyla yaratılış sahnesi ilahların savaş ve çekişme meydanı değildir. Aksine alemdeki bütün sünnet ve kanunlar bir tek iradeden ve bir tek kudretten kaynaklanmaktadır. Bu sebeple de yaratılış aleminde düzen, uyum ve uzlaşma hakimdir. Alemin doğal hareket, değişiklikler ve kanunları bir bütün olarak bir yöne, tek bir cihete doğru hareket halindedir. Bu arada sadece insan irade, seçim gücü ve karar alma kudretine sahip kılındığı için bu tümel kanunlara muhalefet edebilir, ayrı bir telden çalabilir ve ayrı bir ezgi tutturabilir. Hakeza hayatını tümüyle bu kanunlar esasınca da düzenleyebilir.
اللَّهُ الصَّمَدُ
“Allah samed’dir.”
Allah her şeyden müstağni ve her şey O’na muhtaçtır. Yani benim karşısında eğildiğim, kendisini ululadığım ve övdüğüm Allah, hayali tanrılar gibi meydana gelişi, hayatının devam edişi, varoluş gücü ve yaşama kudreti başkasının yardım, kontrol ve riayetine ihtiyaç içinde değildir. Zira başkasına muhtaç olan bir ilah insanın yüceltmesine ve ululamasına layık değildir. Çünkü bizzat kendisi insan gibi veya ondan biraz daha yüce bir varlık sırasında yer alır. İnsanın bu büyük ve derin varlığı ululaması, övmesi ve ibadeti; sadece hiçbir varlığa ve hiç bir unsura en küçük bir ihtiyacı olmayan; varlığı, güçlü oluşu ve sürekli var oluşu bizzat kendisinden kaynaklanan bir varlığa yakışır.
لَمْ يَلِدْ
“O doğurmamıştır.”
Bu Allah; tahrif edilmiş dinlerin hurafelerinde, şirk ile karışmış inançlarında ve hayallerinde tanıttıkları bir ilah değildir. Bu Allah Hıristiyanların ve müşriklerin hayali tanrısı değildir ki çocuğu veya çocukları olduğu düşünülsün. O her şeyi ve herkesi yaratan ve vücuda getirendir; onların babası değildir! Göklerde ve yeryüzünde yaşayan her şey onun kullarıdır; çocukları değildir.
İşte Allah’ın gerçek kullarını, Allah’tan başka herkesin ve her şeyin kulluğundan kurtaran şey, insan ve Allah arasındaki bu kulluk ve rububiyet orantısıdır. Zira kul iki efendiye birden köle olamaz.
Allah’ı varlıkların merhametli bir babası ve insanları onun çocukları zan edip Allah ve yaratıkları arasında kulluk ve rububiyet ilişkisini insana, insanın makamına ve yüceliğine layık görmeyenler, gerçekte Allah’tan gayrisine kulluk yolunu açmış olur ve kendileri de amel aşamasında dünyanın bir çok mürüvvetsiz efendilerinin kölesi, köleleştirme ve köle yetiştirmenin aleti haline gelirler.
وَلَمْ يُولَدْ
“Doğmamıştır.”
O bir gün olmayan ve başka bir gün varlık alemine ayak basan bir varlık değildir. O ne bir kimsenin doğurduğu, ne bir düşünce ve hayalin ürünü, ne bir sistem, sınıf ve insan hayatının şekillerinden bir şeklin mahsulüdür. O en üstün ve değerli gerçeklerdir. O bitmek bilmeyen bir gerçektir. Sürekli olmuş ve her zaman da var olacaktır.
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَد
“Onun hiçbir dengi yoktur.”
Onu hiçbir şeye benzetmek mümkün değildir. Hiç kimseyi onun bir dengi ve benzeri bilmek mümkün değildir. Nüfuz bölgesi ve emrinin hakimiyet alanı olan bütün bir varlık alemini, onun ve başka birisinin arasında bölüştürmek mümkün değildir. Bu alemin bir bölümünü veya insan hayatının bir sahnesini O’ndan bilmek, diğer bir bölümünü ise başka birine tahsis etmek, canlı ve cansızların tanrılarına, veya uluhiyet veya kudret iddiasında bulunanlara bırakmak imkansızdır.
Bu sure adından da belli olduğu üzere gerçekten de tevhid suresidir. Tevhid ülküsü Kur’an’da baştan başa ve yüzlerce ayette çeşitli beyan ve ifadelerle zikredilmiştir. Bu surede son kez olarak özetle, dönemin yaygın olan şirk ve hurafe inançlarını göz önünde bulundurarak ve her türlü uluhiyet iddiasında bulunanları red eden bir ifadeyle yer almıştır. Bu sure bir açıdan Müslümanlara ve bütün varlıklara İslam açısından ibadet edilmeye ve övünmeye layık olan Allah’ı tanıtmaktır. Yegane olmayan,, alemdeki varlıklar arasında yüzlerce ve binlerce benzeri bulunan bir ilah, asla rububiyet ve uluhiyete layık değildir. Var olmak ve hayatını sürdürmek için her hangi bir güçlünün veya gücün yardımına muhtaç olan birisi beşere zorla yüklenilemez. İçi boş, muhtaç, vücuda gelmiş ve yok olması mümkün tanrılar karşısında boyun büken ve onları ululayan kimse gerçekte bu tutumuyla insani yücelikleri ayaklar altına almakta, kendisini ve insanlığı gerisin geriye döndürmektedir. Bu gerçek, tevhid suresinin en olumlu boyutudur ve insanın yaratıcısının nişanelerini ve ayrıcalıklarını sunmakta, tarihte yer alan tanrıların boş bir şey olduğunu ispat etmektedir.
Öte yandan Allah’a ibadet edenleri ve İslam’ı kabul edenleri de uyarmakta ve onlara Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında şüphe doğurucu ve vesvese verici akli araştırmalara girmemesini öğütlemektedir.
Allah’ı bu boş iddiacıları mukaddes rububiyet makamından kovabilecek en kısa sözlerle çağırmalarını, zikretmelerini ve felsefi oyunlar ile zihni kavramlar yerine tevhid inancından kaynaklanan sorumluluklarını düşünmelerini tavsiye etmektedir.
İmam Ali b. Hüseyin’den (a.s) nakledilen bir hadiste de yer aldığı üzere Allah-u Teala tarihin gelecekte bir grup araştırma meraklısı insanın geleceğini bildiği için bu sebeple tevhit suresini ve Hadid suresinin bazı ayetlerini –O kalplerde olanı bilir- nazil kılmış ve bu vesileyle Allah’ın zat ve sıfatını araştırmak için caiz olan sınırları böylece ortaya koymuştur. Dolayısıyla her kim bu sınırların ötesine uzanırsa kendisini helak etmiş olur.[11]
Adeta قُلْ هُوَ اللَّهُ “Kul huvallah…” (De ki: …O Allah birdir) suresi namaz kılan kimseye şöyle demektedir: Allah bir tek, yüce ve en üstün bir kuvvettir. Zatı gereği müstağni ve ihtiyaçsızdır. Doğurmamış ve doğmamıştır. Eşsiz ve denksizdir. Sadece bu kadar! Allah’ın biliciliği, görücülüğü, hikmeti ve diğer sıfatları, Müslüman için bilmesi ve tanıması gerektiği ölçüde ve insanın hayatının şekillenmesinde ve ruhunun yüceliğinde etkili olduğu kadarıyla Kur’an’ın diğer ayetlerinde açıkça yer almıştır. Allah’ın zatı ve sıfatlarının niteliği hakkında bundan daha fazlasına dalma. Bundan daha fazla bilgiyi, zaten onunla amel ettiğin taktirde elde edersin. Tartışma ve zihni derinleşmeyle daha fazla bilgi elde etmeye çalışma. Daha çok bilgiyi, ruhunun batınında sefa ve ruhaniyet icad etme yoluyla ve tevhidin gerekleriyle amel etme vesilesiyle elde etmeye çalış.
…Peygamberler, sıddıklar, Allah’ın gerçek kulları, sadık ve arif muvahhitler işte hep böyle idiler.
————————————–
[1]- Araf suresi 59 ila 158ç ayetler ile Hud suresi 50 ila 84. ayetlere müracaat ediniz ki bir çok büyük peygamberlerin dilinden, davetlerinin ilk başlangıcında bu şiar nakledilmiştir.
[2]- Beraat suresi, 31. ayet
[3]- Zümer suresi, 18. ayet
[4]- Nur’us Sakaleyn Tefsir-i, c. 5, s. 481; Zümer suresi 17. ayetin tefsirinde
[5]- İman iddialarını amelde ispat edip Allah ve peygamberi amelen tasdik edenlerdir.
[6]- Nisa suresi, 69. ayet
[7]- Bu konu Kur’an’da çeşitli ayetlerde ve çeşitli münasebetlerle çok anlamlı ifadelerle zikredilmiştir. Örneğin:
Şuara suresi, 91ila 102. ayetler
Sad suresi 58 ila 61. ayetler
İbrahim suresi, 21 ila 22. ayetler
Gafir suresi, 47 ila 48. ayetler
[8]- Bu cümleyi hamd süresinin sonunda söylemek müstehaptır.
[9]- Bu hadisin metni bu kitabın ikinci dipnotunda zikredilmiştir.
[10]- Veya “o Allah birdir.” Dolayısıyla bu ayette yer alan “huve” zamiri “makam” ve “ifade” içindir.
[11]- Nur’us-Sakaleyn, c. 5, s. 706, Usul-i Kafi’den naklen