Bir yokmuş bir varmış…
Çocukluğumuzda hayal dünyasının kapısını yüzümüze açan sihirli cümlelerin parolasıdır bu cümle “bir varmış bir yokmuş…”
Gerçekten de öyle mi? Gerçekten de “bir varmış bir yokmuş” mu hayat ve hayata dair ne varsa?
“Bir yokmuş bir varmış” cümlesi daha doğru değil mi? Evveliyatı “yokluk” olan insan, hayat ve bu şemsiye altında ne varsa şeklinde olması gerekmez mi?
Zira biliyoruz ki insan ve masivallah’ı (Allah’tan gayri herşeyi) çatısı altında toplayan “dünya” ezeli değil ancak ebedidir. Öyle değil mi?
Yoklukta, varlık bileti kesilen ebediyet yolcusu… ağır aksak adımlarla ebediyete doğru yol alıyor. İşte tam da o sihirli cümlenin yeri “bir yokmuş bir varmış.”
Bir daha fenâ ve yokluğun, kapısını çalmayacağı yahut çalamayacağı “bir yokmuş bir varmış” yolcusu, bil ki “niyet nereye ise menzil oradır” demiştir senden önceki “bir varmış bir yokmuş” yolcuları.
Öyle ise sabıkanın “yokluk” olduğunu unutma! Hele “yolcu” olduğunu hiç unutma!
“Yolculuk” ne kadar konforlu olursa olsun zahmetlerin eksik olmayacağı aklının bir köşesinde hep bulunsun.
Ne “yolculuğun” zorlukları seni bıktırıp usandırmalı ne de “yolculuk” aracının konforu varacağın menzili unutturmalı.
Zira bu “yol” ve “yolculuğun” piri şöyle buyurmuştur:
“Bil ki önünde sarp bir geçit var. Orada yükü hafif olanı hâli, yükü ağır olandan güzeldir. Orada yavaşlayanın hâli, tez geçenden kötüdür. O geçit seni mutlaka ya cennete götürecektir ya da cehenneme atacaktır. Konmadan önce kendine konak hazırla. Oraya varmadan azığını düz, koş. Çünkü ölümden sonra bir hoşluk dilemenin faydası olmadığı gibi dünyaya dönmek de mümkün değil.”
Evet “bir yokmuş bir varmış…”