Yukarıda naklettiğimiz ayette işaret edildiği üzere, bütün ilahi peygamberler insanoğlunun dikkatini hep bu noktaya çekmişlerdir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: “Şüphesiz göklerin ve yer yüzünün yaratılmasında, gece ve gündüzün bir biri ardından gelmesinde, insanlara yararlı ÅŸeylerle denizde akıp giden gemide, Allah’ın gökten su indirerek yer yüzünü ölümünden sonra tekrar diriltmesinde, onun üzerinde yürüyüp giden hayvanları yaymasında, rüzgarları estirmesinde ve gök ile yer arasında musahhar kılınan bulutta şüphesiz aklı erenler için nice ayetler, deliller vardır.” (62)
“Şüphe yok ki, tohumları ve çekirdekleri yarıp bitkileri ve aÄŸaçları yeÅŸerten Allah’tır. Ölüden diri, diriden ölü çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nereye yüz çevirip gidiyorsunuz? Sabahı ışıklandıran, geceyi sükûnet olarak yaratan O’dur. GüneÅŸ ve ayı da hesap üzere düzenleyen O’dur. Bu üstün ve her ÅŸeyi bilen Allah’ın takdiridir. O öyle bir Allah’tır ki, karada ve denizde karanlıklarda yolunuzu bulmanız için sizler için yıldızları yaratmıştır. Şüphesiz biz, bilen topluluÄŸa delillerimizi apaçık anlattık. Sizi tek bir nefisten meydana getiren O’dur. Derken bazısı kalır bazısı da gider. Anlayan topluluÄŸa delillerimizi apaçık anlattık. O’dur gökten su indiren. Sonra onunla tomurcuklandırıp yeÅŸertiriz. Sonra ondan yeÅŸillik çıkarırız. Ondan da birbirine bitiÅŸmiÅŸ, istiflenmiÅŸ taneler hurma tomurcuklarından salkımlar, bir bakımdan benzer ve bir bakımdan benzer olmayan üzümlerden, zeytinlerden ve narlardan oluÅŸan baÄŸlar, bahçeler çıkarıp yeÅŸertiriz. Bir, meyve verince bakın onlara, bir de olgunlaşınca… KuÅŸkusuz bütün bunlarda inanan toplum için deliller vardır.” (63)
“Develerde, koyunlarda ve ineklerde sizler için bir ibret vardır. Karınlarındaki dışkıyla kan arasından, içenlerin boÄŸazından kayıp giden halis temiz süt içirmekteyiz size. Hurma aÄŸacının ürünleriyle üzümlerden de içecek yaparsınız, güzel rızk elde edersiniz, şüphe yok ki, bunda da akıl eden topluluÄŸa bir delil vardır. Rabbin bal arısına “daÄŸlarda, aÄŸaçlarda ve çardak kurulan yerlerde evler (kovanlar) yapın” diye vahyetti. Sonra “bütün ürünlerden ye ve gönül alçaklığıyla Rabbinin yollarına git” dedi. Onların karınlarından çeÅŸitli renkte ÅŸerbet “bal” çıkar, onda insanlara ÅŸifa var. Bunda da düşünen bir topluluk için delil vardır” (64)
“Ve O’nun (Allah’ın) ayetlerinden biri de, sizi topraktan yaratması, sonra insan olarak yer yüzünün her tarafına dağılışınızdır. O’nun ayetlerinden biri de; uzlaşıp geçinesiniz diye sizin için kendi cinsinizden eÅŸler yaratmasıdır ve aranıza da sevgi ve ÅŸefkat ihsan etmesidir. Şüphe yok ki, bunda düşünen bir topluluk için deliller vardır. O’nun delillerinden biri de; göklerin ve yerin yaratılışı ve dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı oluÅŸudur. Bunda bilinçli olan bir topluluk için deliller vardır. O’nun delillerinden biri de; geceleyin uyumanız ve gündüz de O’nun fazlından rızk aramanızdır (çalışmanızdır). Şüphe yok ki, bunda söz dinleyen bir topluluk için deliller vardır. O’nun ayetlerinden biri de; korkutup, ümitlendiren ÅŸimÅŸeÄŸi size göstermesidir. Gökten su indirir ve onunla yeri öldükten sonra tekrar diriltir. Bunda akıl eden bir topluluk için deliller vardır. Onun ayetlerinden biri de, onun emriyle göğün ve yerin istikrar bulmasıdır. Sonra sizi yerden sesleyince, siz hemen çıkıvereceksiniz” (65)
Allah Teala’nın ayet ve delillerine iÅŸaret eden Kur’an-ı Kerim’in ayetleri çok fazladır. Bu zikrettiklerimiz sadece onlardan birkaç örnektir.
Burada konuyla ilgili birkaç hadis-i şerifi de örnek olarak alacağız:
Åžeyh Saduk “Tevhid” kitabında Hz. İmam Ali’den (a.s) naklettiÄŸi bir hadiste ÅŸunları yazıyor: “Mevlamız Hz. Emir-ül Mü’minin Ali (a.s)’a: “Rabbini ne ile tanıdın?” diye sorduÄŸunda, İmam şöyle cevap verdi: “Kastların feshedilip, himmetlerin bozulmasından; ben bir ÅŸeye niyet ettiÄŸimde benimle niyet ettiÄŸim ÅŸey arasında engel oluÅŸturulduÄŸunu ve bir ÅŸeye karar aldığımda kaza ve kaderin benim kararıma ters düştüğünü gördüm ve bundan idare edenin benden baÅŸkası olduÄŸunu anladım.” (66)
Bir arife: “Rabbini ne ile tanıdın?” diye sorulduÄŸunda: “Nefislerin inkar edemediÄŸi, kalplere gelen ilhamlarla” cevabını verdi. (67)
Bedevi bir Arab’a böyle bir soru sorulunca, o: “Çöldeki devenin tezeÄŸi oradan devenin geçtiÄŸine, yerdeki ayak izleri oradan birisinin geçtiÄŸine delalet ederken, ÅŸu yıldızlarla dolu gök ve derin dereler sahibi yer, her ÅŸeyden haberi olan bilinçli bir yaratıcıya delalet etmez mi?” cevabını vermiÅŸtir. (68)
Büyük velilerden olan Seyyid Raziyiddin Ebu-l Kasım Ali bin Musa bin Tavus, oÄŸluna yaptığı vasiyetlerinde şöyle yazıyor: “Ben, İslam alimlerinin bir çoÄŸununun, Allah Teala’nın ve Resulü’nün kolay kıldığı ÅŸeyi, zorlaÅŸtırdıklarını gördüm.
Allah Teala’nın önceki kitaplarıyla, Kur’an-ı Kerim’in; varlıkları yaratan, deÄŸiÅŸen ÅŸeyleri deÄŸiÅŸtiren ve vakitleri döndüren Allah Teala’nın varlığına delalet eden ikazlarla dolu olduklarını görüyoruz.
Bundan başka, efendimiz Hatem-ül Enbiya Hz. Resulullah ile ondan önce gelip geçen diğer peygamberlerin getirdikleri ilimlerin de ilahi kitaplar doğrultusunda bu gibi ince ikazları içerdiklerini ve bundan doğan görevleri beyan etmekte olduklarını görmekteyiz.
Masum imamların sonuncusu olan Hz. İmam Mehdi’nin (a.s) zahirde bulunduÄŸu dönemin son günlerine kadar olan Sadr-i Evvel İslam alimleri de bu yol üzere geçip gitmiÅŸlerdir.
Ey oğlum! Kuşkusuz sen, kendiliğinden bilmelisin ki, sen; ne bedenini, ne ruhunu, ne hayatını, ne aklını, ne de senin iraden dışında kalan arzu, durum ve ecel vakitlerini yaratmışsın.
Bunları, babanın ve annenin veya soylarından türediğin büyük babalarının ve büyük annelerinin de yaratmadığını biliyorsun. Çünkü sen onların böyle şeylerden aciz ve bu gibi makamlardan aşağıda olduklarını kesin olarak biliyorsun. Eğer onların bu gibi şeylere güçleri yetseydi, onlarla arzuları arasında bir engel oluşturulamaz ve ölüp gitmezlerdi.
Görüyorsun ki, bütün bu işleri yapan ve bu varlıkları yaratan, değişen varlıkların imkan ve eksikliklerinden beri olan Vahid-i Ehed bir yaratıcının var olduğuna inanmaktan başka bir çıkar yol kalmıyor. Sana düşen görev ise ancak, o yaratıcının sıfatlarını tanımak, bilmektir.
Bütün aklı selimlerin ve bozulmamış düşüncelerin bir yaratıcının varlığını tasdik ettiklerinden dolayıdır ki, hep birlikte bu konuda birleÅŸmiÅŸler. Ancak onun ne olduÄŸu, zatını oluÅŸturan hakikatin ve sıfatlarının ne ve nasıl olduÄŸu konusunda görüş ve yol ayrılığına düşmüşlerdir.” (69)
Yine O demiÅŸtir ki: “Ben, Allah Teala’nın benim varlığımın bütününde, akıl sahibi olan kimselerin akıllarının kavradığı hikmetler koyduÄŸunu gördüm.
Allah Teala beni, cevherlerden (tözlerden), arazlardan (ilineklerden), madde ötesi olan akıldan, nefis ve ruhtan yaratmıştır. Eğer lisanı hal ile benim varlığımı oluşturan cevherlere; benim yaratılışımda ve oluşumda onların bir payı olup olmadığını sorsan, onların kendilerinin acizliklerine, zayıflıklarına şehadet ettiklerini ve kendilerinin de muhtaç olduklarını itiraf ettiklerini görürsün.
Eğer onların güçleri olsaydı; olaylara maruz kalarak değişmelere hedef olmazlardı.
Böylece onların, bu gibi tedbirlerde bir payları olmadığını itiraf ederek, kendilerinde bulunan bileşimin niteliğinden, onları oluşturan unsurların sayısından, miktarından ve hangi tür unsurlar olduklarından haberleri olmadıklarını belirttiklerini görüyoruz.
EÄŸer lisanı hal ile aynı soruyu arazlara (ilineklere) yöneltsek, onların: “Bizler cevherlerden daha zayıfız; çünkü biz onlara bağımlı ve muhtaç olan ÅŸeyleriz. O halde biz onlardan daha zayıf ve muhtaç varlıklarız” dediklerini görürüz.
EÄŸer lisanı hal ile aklıma, nefsime ve ruhuma aynı soruyu yöneltsem, onların da hep birlikte: “Sen biliyorsun ki, bizlerin bazısı ölüm, bazısı unutkanlık, bazısı da çeÅŸitli zilletlere düşerek zayıflarız. Yine bizler, bizleri istediÄŸi ÅŸekilde eksiklikten kemale, kemalden eksikliÄŸe doÄŸru deÄŸiÅŸtiren ayrı bir varlığın kontrol ve emri altındayız. O bizleri, zaman süreci içerisinde istediÄŸi ÅŸekilde halden hale çevirip deÄŸiÅŸtirmektedir. O halde yaratma iÅŸi bizim de iÅŸimiz deÄŸildir” dediklerini görürsün.
Lisanı hal ile durumun bundan ibaret olduÄŸunu, bütün varlıklardaki cevherlerin (tözlerin), arazların (ilineklerin) akıl, ruh ve nefislerin aynı ayarda olduklarını gördüğün zaman, hepimizin acizlik, ihtiyaç, deÄŸiÅŸme, yıpranma gibi hallerimizden uzak olan bir var edenimizin ve yaratıcımızın olduÄŸunu ve eÄŸer onda da herhangi bir eksiklik ve yokluk olsaydı, onun da bizim gibi baÅŸka birine muhtaç olacağını tam manasıyla kavrayıp anlarsın.” (70)
Åžeyh Saduk (r.) “Tevhid” kitabında kendi senediyle Hz. İmam Rıza (a.s)’dan naklettiÄŸi bir rivayette ÅŸunları yazıyor: “Birisi İmam Rıza (a.s)’ın yanına gelerek: “Ey Resulullah (s.a.a)’in oÄŸlu! Alemin hadis (yaratılmış) olduÄŸuna delil nedir?” diye sordu.
Hz. Rıza (a.s) ona ÅŸu cevabı verdi: “Sen yoktun sonra varoldun. Biliyorsun ki, sen, kendini var etmemiÅŸsin. Senin gibi olan birisi de seni var etmemiÅŸtir.” (71)
Yani, kendisinin hadis olduğunu bizzat yaşayan insan, alemin tümünde de aynı durumun söz konusu olduğunun farkında olur. Çünkü o alemin bir parçası olduğuna göre, alemle aynı hakikat ve aynı tözü paylaşmaktadır. Aynı töz ve hakikati paylaşan şeylerin hükmü ayrı olamaz. O halde alemin tümü de hadistir.
Åžeyh Saduk daha sonra adı geçen kitabında ÅŸunları yazıyor: “Alemin hadis olduÄŸuna bir delil de ÅŸudur: “Biz kendimizin ve alemde bulunan diÄŸer cisimlerin çoÄŸalma veya eksilme gibi durumlardan ayrılmadıklarını, onların yaratılma ve yönetilme cereyanına maruz kalarak çeÅŸitli ÅŸekil ve hallere dönüştüklerini görmekteyiz.
Şunu da açıkça bilmekteyiz ki, onları ne bizim kendimiz yaratmışız ve yaratmaktayız, ne de bizim cinsimizden olup, bizim gibi sıfatlara sahip olan ayrı bir şey yaratmış ve yaratmaktadır.
Hiçbir akıl, değişiklik ve dönüşümden kurtulamayan bir varlığın ebedi ve ezeli olabileceğini kabul etmez. Hiçbir hayal de böyle bir düşünceye kapılamaz. Öte yandan müşahede ettiğiniz böyle yüce düzen, tedbir ve üstün yapıya sahip olan bir alemin bir yaratanı ve düzenleyeni olmadan kendiliğinden meydana gelebileceğini de hiç kimsenin aklı tasavvur edemez.
Eğer alemin; sahip olduğu bu düzeni, bazısının bazısına olan bağlılığı ve bazısının bazısına olan ihtiyaçlarıyla birlikte bir yaratıcısı, bir var edeni ve düzenleyeni olmadan meydana gelmesi mümkünse, ondan daha az düzen ve nizama sahip olan bir şeyin böylece meydana gelebilmesi herhalde daha olanaklı olurdu.
Bu durumda, bir yazarı olmadan yüce araştırmaları içeren büyük bir ilmi eserin kendiliğinden yazılıp meydana gelmesi, bir ustası olmadan mükemmel bir evin kendiliğinden düzenlenip var olması, bir ressamı olmadan şahane güzelliğe sahip bir tablonun kendililiğinden çizilip oluşması ve bir mühendis ve ustası olmadan en üstün düzen ve nizamla yapılmış olan bir geminin kendiliğinden oluşması, pekala mümkün sayılırdı.
Böyle bir ÅŸeyi kabul etmek, selim akıl ve doÄŸru düşünce yolundan çıkmak olduÄŸuna göre, akılları hayran bırakan daha üstün düzen ve daha ince güzelliklere sahip olan bu alemin kendiliÄŸinden var olduÄŸunu söylemek de öyledir. Hatta böylesi bir düzenle hareket eden yıldızları, belirli bir düzenle doÄŸup batan, düzenli hareket ederek vakitleri, mevsimleri meydana getiren, güneÅŸi, ayı olan, aÄŸaçları ve bitkileri aklı hayran bırakan çeÅŸitliliÄŸe sahip olup, ihtiyaç duyulan çeÅŸitli ürünlerini kendi vakitlerinde üreten, kısacası sonsuz derecede üstün bir düzene sahip olan böyle bir alemin kendiliÄŸinden var olduÄŸunu söylemek ondan daha büyük bir safsata, daha açık bir inatçılıktır.” (72)
Gerçekte Allah Teala’nın varlığına inanmak, doÄŸuÅŸtan insanların fıtratında vardır. İşte bunun için insanların, zor ve korkunç durumlarla karşılaÅŸtıklarında farkında olmadan kendi fıtratları (yaratılıştan olan içgüdüleri) gereÄŸi sebeplere sebeplilik veren ve zorlukları kolaylaÅŸtıran Allah Teala’ya yönelip sığındıklarını görüyoruz.
Kur’an’ı Kerim’in ÅŸu ayetleri de buna tanıklık etmektedir: “EÄŸer onlara: “Gökleri ve yeri kim yaratmıştır?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. De ki: Bütün övgüler Allah’a mahsustur. Fakat onların çoÄŸu bunun bilincinde deÄŸillerdir.” (73) “De ki: EÄŸer gerçekten ciddi iseniz! Size Allah’ın azabı gelir veya başınıza kıyamet koparsa, Allah’tan baÅŸkasını mı çağırır ondan baÅŸkasına mı dua edersiniz? Hayır yalnızca O’nu çağırırsınız. O da isterse ona çağırdığınız ÅŸeyi “belayı” sizden alır ve ÅŸirk koÅŸtuÄŸunuz ÅŸeyleri unutup gidersiniz.”(74)
Hz. İmam Hasan El- Askeri’nin (a.s) tefsirinde şöyle yazıyor: “Adamın biri Hz. İmam Sadık (a.s)’a Allah’ı sorunca, İmam (a.s) ona: “Hiç ÅŸimdiye kadar gemiye bindin mi?”diye sordu.
O adam: “Evet” dedi.
İmam (a.s): “Seni kurtarabilecek baÅŸka bir geminin veya bir yüzücünün bulunmadığı bir yerde geminiz bozulduÄŸu oldu mu hiç?” dedi.
O adam: “Evet olmuÅŸtur” dedi.
İmam (a.s): “Acaba o zaman kalbine seni bu tehlikeli anında boÄŸulmaktan kurtarabilecek bir ÅŸeyin olduÄŸuna dair bir düşünce geldi mi?” diye sordu.
O ÅŸahıs: “Evet geldi” cevabını verdi.
Bunun üzerine, İmam Sadık (a.s) ona şöyle buyurdu: “İşte hiçbir kurtarıcının bulunmadığı yerde kurtarmaya kudreti olan ve bir feryada yetiÅŸenin bulunmadığı yerde feryada koÅŸan ÅŸey Allah Teala’dır.” (75)
Yine Åžeyh Saduk’un kendi senediyle Zürare’nin aracılığıyla Hz. İmam Muhammed Bakır (a.s)’dan naklettiÄŸi bir hadiste, İmam (a.s) şöyle buyuruyor: “Hz. Resulullah (s.a.a) buyurdu ki; “Her çocuÄŸun fıtrat üzere doÄŸduÄŸunun anlamı, Allah Teala’nın onun yaratıcısı olduÄŸu marifeti (bilinci) üzere doÄŸmasıdır. İşte Allah Teala’nın “EÄŸer onlara: “Gökleri ve yeri kim yaratmıştır?” diye sorsan, mutlaka “Allah’tır” derler” (76) ayetinin anlamı da budur.”(77)
Bir marifet ve tevhid ehlinden Allah’ın varlığına delil istenince, O: “Sabah (gündüz) bizi lamba ihtiyacından kurtarmıştır” cevabını vermiÅŸtir.
Bir marifet ehli şair de şiirinde konuyu şöyle dile getirmiştir:
O ne kadar cahil birisi ki, nur saçan güneşi, çölde kandil ışığıyla aramaktadır.
Büyük İranlı filozof Hacı Hadi Sebzivari felsefe dalında yazdığı Manzume adlı değerli kitabına şu şiirlerle başlıyor:
“Ey aklı bağışlayan “Allah” bütün övgüler sana mahsustur
Bütün amaçlar senin huzuruna varır,
Ey nurunun ÅŸiddetinden gizli kalan,
Ey zahir olduğu halde batın, batın olduğu halde zahir olan,
Yüzünün nuruyla her şey aydınlanmıştır,
Yüzünün nuru karşısında ondan gayri her ÅŸey gölgedir.”
Bu yüzden de basiret gözü açık olanlar için Allah’ın varlığına delil gerekmez, hatta durum tam aksinedir. Yani, Allah Teala her ÅŸeye delil ve kanıt olup, her ÅŸeyi var edip gösterendir. O’nun nurundan bir pay almayan ÅŸey, yokluk karanlığında yok olup gider ve ondan hiçbir haber olmaz. Bu yüzdendir ki, Hz. İmam Hüseyin (a.s) Arafe günü okuduÄŸu Arafat duasında Allah Teala’ya şöyle hitap ediyor:
“Ey Allah’ım! Kendi varlığında sana muhtaç olan bir ÅŸeyle nasıl senin varlığına delil getirebiliriz?!
Hiç senden başkasının, senin için olmayan bir açıklığı ve zuhuru olabilir mi ki, o sana açıklık getirebilsin!
Sen ne zaman gaip oldun ki, eserler sana delalet edecek bir delil olsun! Seni görmeyen göz kördür! Oysa sen devamlı olarak onu gözetiyorsun! Ve senin sevginden (aÅŸkından) bir pay verilmeyen kulun muamelesi hüsrana uÄŸramıştır.” (78)
Yine Hz. İmam Hüseyin (a.s) buyurmuştur:
“Sen kendini her ÅŸeye tanıtmışsın, (artık) sana hiçbir ÅŸey cahil deÄŸildir.” (79)
Yine Hz. İmam Hüseyin buyurmuÅŸtur: “Sen bana kendini her ÅŸeyde tanıttın, ben seni her ÅŸeyde zahir olarak görüyorum. O halde her ÅŸeye zahir olan sensin.”(80)
Hz. Emir-ül Mü’minin Ali (a.s) da şöyle buyuruyor:
“Allah Teala kullarına, onlar onu görmeksizin zuhur etmiÅŸtir. Ve zuhur etmeksizin onlara kendisini göstermiÅŸtir.” (81)
Allah Teala’nın varlığına iÅŸaret eden bu birkaç ayet ve hadisten sonra ilahi düşünür ve filozofların konu hakkında ortaya koydukları bazı aklî delillere de deÄŸinmemizde yarar vardır. Fakat asıl amacımız nakli delillere kısaca bir göz atmak olduÄŸu için ilgili felsefi ve kelâmı kitaplarda zikredilen bir çok akli delillerden sadece bir kaçına kısaca iÅŸaret edeceÄŸiz. Konu hakkında geniÅŸ bilgi edinmek isteyenlerin ilgili kitaplara baÅŸ vurmalarını tavsiye ederiz.
Bu delilerden biri büyük İslam filozofu, İbn-i Sina’nın metodu olarak anılan “İmkan Metodu”dur.
İmkan Metodu
Ünlü filozof ve hekim İbn-i Sina tarafından geliÅŸtirilen ve kendi ismiyle de anılarak, “Burhan-ı Sinavi” ismi verilen bu metotta salt varlık (vücut) mümkün ve vacip diye iki kısma ayrılarak mümkünlerin var olmaları için, vacibe ihtiyaçları olduÄŸu vurgulanmış, devir ve teselsülün imkansızlığına dayanılarak Hak Teala’nın varlığı ispatlanmıştır.
İbn-i Sina, bu metodunda Vacib’in (Hak Teala’nın) ispatı için mahlukun (yaratığın) aracı kılınmadığını, dolayısıyla da bu metodun Hak Teala’nın varlığını ispatlayan delillerin en saÄŸlamı ve en deÄŸerlisi olduÄŸunu şöyle açıklıyor: “Hak Teala’yı ve O’nun vahdaniyetiyle (birliÄŸiyle) bütün eksikliklerden münezzeh olduÄŸunu ispatladığımız bu beyanımızda (metodumuzda) salt varlığın kendisinden baÅŸka bir ÅŸey üzerinde düşünülmeye ihtiyaç duyulmadığına dikkat et. Hak Teala’yı ispatlamakta O’nun yaratıklarını ve fiillerini (eserlerini) göz önüne almaya gerek ve ihtiyaç yoktur. Gerçi onlar da O’nun varlığına birer delildirler, ama bizim metodumuz daha saÄŸlam ve daha deÄŸerlidir. Biz varlığı varlık olma haysiyetinden nazarı itibara aldığımız için varlık, varlık olma haysiyetinden birinci derecede Hak Teala’ya ve ikinci derecede de Vacip Teala’dan sonra gelen ÅŸeylere ÅŸahid ve delil olmuÅŸtur.”(82)
Yani, biz salt varlığı göz önünde bulundurarak Hak Teala’ya varmak istiyoruz. Hak Teala’nın zatı salt varlığın özünden ibaret olduÄŸuna göre, Hak Teala’nın kendisi kendisine delil ve kanıt oluyor, mahlukları deÄŸil.
Daha sonra İbn-i Sina şöyle devam ediyor: “Hak Teala’nın kitabında da buna iÅŸaret edilmiÅŸtir: “O’nun hak olduÄŸunu beyan etmek için yakında biz onlara dış alemde ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceÄŸiz…”(83) Bu hüküm insanların bir grubuna aittir. Ve daha sonra şöyle buyurmuÅŸtur: “Rabbine O’nun istisnasız her ÅŸeye ÅŸahid olması yetmez mi?” (84) Bu ise sıddıkların hükmüdür. Çünkü onlar Allah Teala’ya O’nun kendisini ÅŸahid getirip, baÅŸka bir ÅŸeyi O’na ÅŸahid getirmezler.” (85)
İbn-i Sina’nın son eseri olan “El-İşarat vet Tenbihat” kitabına ÅŸerh yazan büyük filozof ve mütekellim Nasiruddin Muhammed İbn-i Muhammed El- Hasan El- Tusi bu bölümün ÅŸerhinde ÅŸunları yazıyor:
“Kelamcılar, cisim ve arazların (ilineklerin) hadis (sonradan meydana gelme) oluÅŸlarıyla Allah Teala’nın varlığına delil getiriyorlar. Mahlukların hallerinde inceleme yapmakla da Allah Teala’nın tek tek sıfatlarına delil getiriyorlar.
Tabiat filozofları ise, hareketin varlığıyla, hareketi meydana getireni ve hareketi meydana getirenlerin sonsuza kadar gitmesinin (teselsülün) imkansızlığına dayanarak da, hareketi olmayan ilk muharrikin (hareketi meydana getirenin) varlığını ispatlıyorlar ve sonra da bu ilkeye dayanarak ilk varlık mebdeinin (ilk nedenin) var olduğunu kanıtlıyorlar.
Ama ilahi filozoflar, varlığın kendisine bakarak onun vacip ve mümkün diye iki bölüme ayrıldığını göz önüne alarak Allah Teala’nın varlığını ispatlıyorlar. Sonra vacip ve mümkün varlığın gereken özelliklerini inceleyerek Hak Teala’nın sıfatlarını belirleyip, O’nun ispatlanan sıfatlarına dayanarak da mahluklarının nasıl meydana geldiklerini ispatlıyorlar.
Şeyh (İbn-i Sina) burada bu yolun önceki yoldan daha kesin ve daha şerefli olduğunu ve bu yüzden onu tercih ettiğini belirtmiştir.
Zira yakine (kesin inanmaya) ulaÅŸmakta delillerin en üstünü illet (sebep) yoluyla ma’lula (müsebbebe) getirilen delildir. Ama bunun aksi, yani mahlukların (müsebbeplerin) varlığından sebebin varlığına getirilen delil ile bazen yakine ulaşılmayabilir.
Mantık ilminde de açıklandığı üzere, eÄŸer ma’lulun (müsebbebin) sadece nedeninin kendisini bilmekle bilinebilen bir nedeni olursa, yakin, ancak o nedenin kendisini bilmekle saÄŸlanır, ma’lulunu (müsebbebini)bilmekle deÄŸil.
Daha sonra da (Åžeyh), Allah Teala’nın ayet-i kerimesinde zikredilen “Yakında onlara dış alemde, kendi ayetlerimizi göstereceÄŸiz ki, O’nun hak olduÄŸu (gerçekten varolduÄŸu) onlara açıklansın” derecesiyle; “Rabbine, istisnasız her ÅŸeye ÅŸahid olması yetmez mi?” derecesinin; yani, dış alemde ve nefisteki delillere dayanarak Allah’ın varlığına delil getirmekle, Allah Teala’nın kendisini her ÅŸeye ÅŸahid ve delil göstermesinin bu iki yola iÅŸaret ettiÄŸini belirtmiÅŸtir. Ve kendi gruplarının (ilahi filozofların) yolları bu iki yolun en doÄŸrusu olduÄŸu için ona (Sıddıklar Metodu) ismini vermiÅŸtir. Çünkü sıddık her zaman doÄŸru konuÅŸan kimseye denir.” (86)
Fakat büyük filozof Sadr-ül Müteallihin, İbn-i Sina’nın bu sözünü eleÅŸtirmiÅŸtir.
Ona göre, her ne kadar İbn-i Sina bu metotta mahlukları açıkça aracı kılmamışsa da, mahlukların özelliÄŸi olan imkanı aracı kıldığı için, dolaylı da olsa, yine onları aracı kılmıştır. Bu yüzden de bu metot Vacib’in ispatında doÄŸru bir metot olmasına raÄŸmen, sıddıkların asıl metodunun bundan sonra açıklayacağımız kendi ispat metodu olduÄŸunu ileri sürmüş ve İmkan Metodu’nun Sıddıklar Metodu’na en yakın metot olduÄŸunu da belirtmiÅŸtir. (87)
İmkan metodunu açıklamadan önce İbn-i Sina’nın mümkün ve vacip terimlerinden neyi kastettiÄŸini bilmemiz gerekir.
Vacip; var olması kendi zatıyla zaruri olan, başka bir tabirle de, yokluğu imkansız olan şeye denir.
Mümkün; var ve yok olma ihtimali eşit olan şeye; başka bir deyişle zatını oluşturan unsurlar arasında varlık ve yokluğun olmadığı ve sonradan varlık sebebinin bulunduğu takdirde var olan, varlık nedenin bulunmadığı takdirde de yok olan şeye denir. Örneğin, insanın varlığında var veya yok olması yatmamaktadır. Eğer varlık nedeni var olursa, var olur, varlık nedeni olmazsa da yok olur. Kendi zatında ne var olması, ne de yok olması zorunlu değildir. Fakat vacip olan şeyin var olması zorunludur.
Elbette, ÅŸeyleri taksim ederken, İslam felsefesinde bir takım ÅŸeylere de, mümteni (muhal-imkansız olan) ismi verilerek: “Mümteni olan ÅŸeylerin yok olmaları zorunludur. Onların zatı yokluktur, var olmaları imkansızdır. ÖrneÄŸin, iki nakız ÅŸeyin yani, varlık ve yokluÄŸun kendi yerinde zikredilen ÅŸartların korunması kaydıyla aynı anda birleÅŸmeleri imkansızdır ve içtima-ün nakizeynin yokluÄŸu zorunludur” denir.
Ayrıca mümkün hariç, vacip ve mümteni olan şeyler, kendi aralarında iki bölüme ayrılmaktadır.
Vacib-i bizatihi; yani baÅŸka bir nedene baÄŸlı olmadan bizzat kendi itibarıyla varlığı zorunlu, yokluÄŸu imkansız olan ÅŸey ki, varlık alemindeki örneÄŸi yalnız Allah Teala’dır.
Vacib-i bilgayr; yani başka bir nedene bağlı olarak var olup, o nedene kıyasla yokluğu imkansız olan şeyler. Örneğin, su kendi zatında mümkündür. Yani hem var olabilir, hem de yok. Fakat onu var eden nedeni olursa, var olması zorunlu olur. Fakat bu zorunluluk bilgayrdir. Yani başkasından (nedeninden) kaynaklanmaktadır. Başka bir örnek de suyun kaynama veya donma halleridir. Bunlar kendi zatında mümkündür. Su kaynayabilir de, kaynamayabilir de, ama suyun, normal şartlar altında yüz derece sıcaklıkta kaynaması, sıfır derece soğuklukta donması zaruridir. Ama bu zorunluluk bilgayr bir zorunluluktur. Yani suyun kaynama nedeni olan yüz derece sıcak ve donma nedeni olan sıfır derece soğuktan kaynaklanmaktadır. Suyun kendi zatından değil. Yaratık unvanı altına giren her şey, aynı özelliği taşımaktadır. Onların hepsine toptan zatı itibarıyla mümkün olan şeyler denir. Ama var edici nedenleri olursa bilgayr vacip olurlar.
O halde mümkün olan şeyler kendi zatlarına oranla mümkün olup, nedenleriyle bir araya geldiklerinde vacibi bilgayr olurlar. Yani nedenleri var olduğu sürece onlara oranla vacip (zorunlu) oluyorlar.
Mümteni olan şeyler de aynı vacip gibi, zaten mümteni ve bilgayr olmak üzere iki kısma ayrılıyorlar. Örneğin, içtima-ün nakizeynin olması bizzat imkansızdır.
Mümkün olan ÅŸeyler de, nedenleri olmadığı taktirde var olmaları mümtenidir “muhaldir” fakat bu bizatihi deÄŸildir, bilgayrdır, yani onlar varlık nedenlerinin yokluÄŸuna oranla muhaldir. Kendi zatlarında deÄŸil.
Mümkün olan şeylere gelince, onlar her zaman bizatihi mümkündürler, bilgayr mümkün olmaları düşünülemez. Çünkü bir şeyin bilgayr mümkün olabilmesi için, onun kendi zatında ya vacip bizatihi veya mümteni bizatihi olması gerekir. Bizatihi vacip veya mümteni olan bir şeyin de kendi zatından çıkıp mümkün bilgayr olması olanaksızdır. bu konularla ilgili geniş bilgiler ilgili felsefi kitaplarda yer almıştır. Konu hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyenler mezkur kitaplara baş vurabilirler.
İmkan Metodunun Takriri
Şüphe yok ki, varlık vardır. Bu varlık ya vaciptir (varlığı kendinden zorunludur), ya mümkündür. EÄŸer vacip ise konu sabit olmuÅŸtur. Varlığı kendinden zorunlu olan varlık Allah’tır.
EÄŸer o varlık kendi zatında mümkünse, mümkünün nihayet bir vacip-ül vücuda (varlığı kendinden zorunlu olana) varması zorunludur. Çünkü mümkün olanların her biri bir illete muhtaçtır. Bu illetin bir istikamete doÄŸru sonsuz olarak devam etmesi (teselsülü) veya devir yoluyla meydana gelmesi imkansızdır. Çünkü aynı ÅŸey kendi kendinin hem illeti (sebebi), hem ma’lulu (müsebbebi) olamaz.(88)
Devir ve Teselsül
Bu metodun doğruluğunu devir ve teselsülün batıllığına (geçersizliğine) bağlı olduğunu gördünüz. O halde bu metoda dayanabilmemiz için, ilk önce bunların batıllığını ispatlamamız şarttır.
Devir:
Lügatte dönmek anlamına gelen bu kelime, terim olarak (mantık ve felsefe dilinde), “Bir ÅŸeyin kendisine baÄŸlı olan bir ÅŸeye baÄŸlı olması veya mümkün iki varlığın bir birini var etmesi” diye tanımlamıştı. ÖrneÄŸin, A ile B ismini verdiÄŸimiz iki nesneyi göz önünde bulunduralım. Bunların her ikisi de mümkün varlıktır. Devir ilkesi gereÄŸince; A’nın baÄŸlı olduÄŸu neden B, B’ninki de A olacaktır.
Devirin Muhal OluÅŸu
Devirin imkansız ve batıl olduğu açıktır. Çünkü böyle bir oluşun neticesi, şeyin kendi kendisine bağlı olması ve daha da ötesi, şeyin kendisinin var olmasından önce var olması ve sonuçta şeyin aynı anda hem var, hem de yok olması demektir. Bunun imkansız oluşunda ise hiçbir akıl sahibi şüphe edemez.
Düşünün bir kere, A’nın baÄŸlı olup varlık aldığı ÅŸey B’ dir dediÄŸimizde, A aynı zamanda B’nin baÄŸlı olduÄŸu ÅŸeye de baÄŸlı olur ve onun varlık aldığı ÅŸeyden varlık alır. Yani B’nin varlık nedeni A’nın da varlık nedeni olur. Farzımıza göre, B’nin de mümkünlüğünü kabullendiÄŸimiz ve onun da sebebinin A olduÄŸunu kabul ettiÄŸimize göre, B’nin baÄŸlı olup varlık aldığı neden, yani B’nin sebebi olan A’nın kendisi olur. O halde A, B’ye baÄŸlı olmakla gerçekte kendisine baÄŸlı olup kendisinden varlık almaktadır. Yani A’nın sebebi yine A’nın kendisi olur.
Mümkün olan (varlığı kendisinden olmayan yani varlığın özü olamayan) bir varlığın vacip olan bir varlığa bağlı olması gerektiğinden; kendi kendisine bağlı olmakla imkan haddinden çıkmadığı gibi, farza göre, A kendisinden varlık aldığından dolayı müsebbeb, kendisine varlık verdiği için de sebeptir. O halde A hem kendisinin müsebbebi, hem de sebebidir.
Nedensellik kanununa göre ise, A sebep olduğundan dolayı önce var olmalıdır. Müsebbeb olduğundan dolayı da sonra var olmalıdır. Yani A, hem kendisinden önce, hem de kendisinden sonra olmalıdır. Bir şeyin de aynı zamanda hem önce, hem de sonra olması çelişki ve muhaldir. Çünkü önce olması için var, sonra olması için de yok olması gerekir. Bu bir şeyin aynı anda hem var, ham da yok olması demektir. Hiçbir akıl sahibi insan böyle bir çelişkiyi kabul edemez.
Teselsül:
Lügatte birbirine baÄŸlılık anlamına gelen teselsül, felsefecilere göre; bütün fertleri mümkünden oluÅŸan, birbirine düzenle bilfiil etki eden sonsuz illetler (sebepler) ve ma’lullar (müsebbebler) mecmuasından ibarettir. (89)
Fakat kelamcılar, teselsülden tertip ÅŸartını da kaldırarak onu, birbirine etki eden sonsuz illetler ve ma’lullar topluluÄŸu olarak tanımlıyorlar.(90)
Teselsülün Muhal oluşu
Teselsülün batıl ve muhal oluşuna bir çok deliller getirilmiştir. Biz onlardan sadece bir tanesine değineceğiz.
Aslında bizatihi (kendinden) vacip olmayan şeye; ayrı bir tabirle varlığı kendinden olmayan, daha açıkçası varlığın özü olmayan şeye mümkün dendiğini söylemiştik. Bizatihi vacip olmayan şey, bizatihi var olmadığı gibi; var olmadığı için de diğer bir şeye varlık nedeni olamayacağı apaçıktır. Çünkü bir şeyin var olabilmesi için, ilk önce onun vacip olması yani yok olma imkanlarının tümüyle kapanması gerekir. Bir şeyin yok olma imkanının olması, onun varlık nedeninin olmayışındandır. Örneğin, ateş sıcaklığa nedendir. Ateşin olduğu yerde sıcaklığın yok oluşu düşünülemez. Bir yerde sıcaklığın yok olma imkanı varsa, bu orada ateşin olmadığına bir delildir.
Sonsuz farz ettiÄŸimiz, illetler (sebepler) ve ma’lullar (müsebbebler) silsilesi içerisinde de aslen bizatihi (kendinden) vacip olan birisi olmadığına göre; onların hepsi mümkündür. Mümkün oldukları için de onların yok olma imkanları mevcuttur. Bunun anlamı onların varlık nedenlerinin olmadığı demektir. O halde onların hiçbirinin var olmaması gerekiyor. Halbuki, evrende varlıkların var olduÄŸunu görüyoruz. Buradan onların arasında bizatihi (kendinden) vacip olan varlığın da olduÄŸu sonucuna varıyoruz. Çünkü aralarında vacip bizatihi olmayan sırf mümkünler silsilesinin var olma imkanı olmadığını biraz önce ispatlamıştık. O halde bir ÅŸey eÄŸer, imkan haddinde ise, bu onun varlık nedeninin olmadığını gösterir. Varlık nedeni olmayan bir ÅŸey ise var olamaz.
Böylece bizatihi (kendinden) vacip varlık ispatlandığı gibi, sonsuz farz edilen silsile de kesilerek teselsülün imkansız oluşu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.(91)
Bu delilin daha kolay anlaşılır bir hale gelmesi için bir örnek verelim:
Birkaç arkadaşla büyük bir nehirden karşıya geçmeniz gerekiyor. Ama her biriniz, birinizin öncül olmasını şart koşuyorsunuz. Hiç biriniz öncül olmaya yanaşmadığınız gibi hep beraber geçmeyi de istemiyorsunuz. Hanginizi konuştursak önce birisi geçsin sonra ben geçeyim diye şart koşuyor, hiç biriniz öncül olmaya yanaşmıyorsunuz. Böyle iken acaba bu nehirden geçmeniz düşünülebilir mi? Açıktır ki, bu imkansızdır. Bu nehirden geçebilmeniz için, ya içinizden birisi öncül olmalıdır, ya da bu şartı kaldırmalısınız.
Åžimdi sonsuz farz ettiÄŸimiz mümkün illetler (sebepler) ve ma’lullar (müsebbebler) silsilesine gelelim. Onların hepsi mümkün olduklarından hiç birisinde, var olabilmeleri için gerekli olan, yok olma imkanının kaldırılarak varlıklarının zorunlu olması, yani vacipliÄŸi yoktur ve her birisi “önce beni zorunlu eden bir neden olmadıkça ben varolmam” diyor. Hepsi de mümkün olduÄŸuna göre hiçbirisinin varolmasını zorunu kılan varlık nedeni yoktur. Yani hiç birisi var olamaz. Oysa evrende bir çok varlığın var olduÄŸunu görüyoruz. Bundan ÅŸu sonuca varıyoruz ki; evrendeki varlıklar içerisinde en azından bir bizatihi vacip olan (varlığı zorunlu olan) varlık varmış ki, diÄŸer varlıklar da onun neden ve öncül olması sayesinde vacip bilgayr olmuÅŸ ve meydana gelmiÅŸlerdir.
İbn-i Sina’nın Açıklaması
İbn-i Sina, “El-İşarat vet Tenbihat” adlı eserinde imkan metodunu daha geniÅŸ olarak ele almıştır. İbn-i Sina mezkur kitabında şöyle yazıyor:
“Her varlık, sırf kendi zatı itibariyle ve baÅŸkasına iltifat edilmeksizin nazara alındığında, ya kendi zatında ona varlık zorunludur, ya da zorunlu deÄŸildir.
Eğer varlık onun için zorunlu ise, o kendi zatı itibarıyla Hak olup Vacib-ül Vücut olan (varlığı kendi zatından zorunlu olan) varlıktır. O aynı zamanda kendisi gibi olmayan diğer varlıkları da var edip koruyandır.
Eğer o varlık kendi zatı itibarıyla vacip olmazsa, onun var olduğunu farz ettiğimize göre, onun kendi zatı itibarıyla mümteni (var olması zatı itibarıyla imkansız olan) olması düşünülemez. Aksine, onun zatına, var eden nedeninin olmaması şartı gibi bir şart ilave edilirse, mümteni bilgayr olur. Veya ona, var eden nedeninin varlığı şartı gibi bir şart ilave edilirse, vacip bilgayr olur. Eğer ona, ne var eden nedeninin varlığı, ne de yokluğu gibi bir şart ilave edilmezse, onun için sadece üçüncü bir durum kalır. O da imkan halidir. Dolayısıyla o kendi zatı itibarıyla, ne vacip ne de mümteni olur. Buna göre, var olan her bir varlık kendi zatı itibarıyla ya vacip olmalı, ya da mümkün olmalı.
Kendi zatı itibarıyla mümkün olan şey, kendi zatı itibarıyla var olamaz. Zira onun için mümkün olması itibarıyla varlığı yokluğundan daha evla (tercihli) değildir.
Bu durumda eğer bir taraf (varlık veya yokluk) onun için evla olmuşsa, bu onun kendi zatı dışından başka bir şeyin ona ilave edilmesi veya ilave edilmemesinden dolayıdır. O halde her mümkün-ül vücut olan şeyin varlığı kendi dışından kaynaklanmaktadır.
Bu arada eğer varlığı birbirine bağlı olan nedenler silsilesi bir doğrultuda sonsuza kadar uzayıp giderse, bu silsilede bulunan bütün fertler, kendi zatları itibarıyla mümkün olduklarından, onlardan oluşan topluluk da mümkün olup, ancak o topluluk dışında olan biri aracılığıyla vacip olabilir. Konuyu biraz daha açalım:
Fertlerinin tamamı mümkün olan bir topluluğun kendisi de mümkün olup, kendi fertleri dışında kalan bir nedeni gerektirir. Zira, ya o topluluk hiçbir nedeni gerektirmez, bu durumda o topluluğun kendi, zatında vacip olup mümkün olmaması gerekir. Bu nasıl olabilir? Oysa bir topluluk ancak kendi fertleriyle vacip olabilir. Onun fertlerinin tamamı ise mümkün-ül vücuttur.
Ve ya onu var eden neden fertlerinin tamamının birliktelik halidir. Bu da doÄŸru deÄŸildir. Çünkü bu taktirde o topluluÄŸun kendisi kendisinin ma’lulu (müsebbebi) olması gerekecektir. Yani, kendisi mümkün-ül vücut olduÄŸu halde kendi kendisini var etmesi gerekecektir. Zira, onun fertlerinin tamamı, mümkün-ül vücut olduÄŸunu farz ettiÄŸimiz o topluluktan (tümelden) baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Fertlerinin tamamı da kendi zatında mümkün olup, her biri var olabilmesi için bir nedene muhtaçtır.
Ya da o topluluÄŸun nedeninin fertlerinden bazılarının olduÄŸunu söyleyeceÄŸiz. Bu da doÄŸru deÄŸildir. Çünkü, fertlerinin bazıları bu iÅŸe diÄŸerlerinden daha evla deÄŸildir. Zira her bir ferdin kendisi ma’lul (müsebbep) olduÄŸundan onun sebebi bu iÅŸe ondan daha evladır.
Ya da bu topluluk kendi dışından bir nedeni gerektirecektir. Zaten geri kalan tek alternatif de budur.
O halde bütün fertleri mümkün olan bir topluluk kendi dışında olan bir nedeni gerektirir ve o neden ilk olarak o topluluğun fertlerine ve fertleri aracılığıyla da o topluluğun kendisine neden olur. Aksi taktirde (yani, ilk önce bireyleri var etmezse), bundan bireylerin ona bir ihtiyacı olmadığı ortaya çıkar. Her bir topluluk da fertlerden meydana geldiğine göre; bu, o topluluğun da ona bir ihtiyacı olmadığı ve kendiliğinden meydana geldiği sonucunu doğurur. Bu ise muhaldir (imkansızdır).
Evet bir ÅŸey, bir topluluÄŸun fertlerinden bir kısmına neden olur ve diÄŸer kısmına neden olmayabilir. Ancak bu durumda o ÅŸey o topluluÄŸun mutlak nedeni sayılmaz.”
Yani, bütün bireyleri müsebbep olan bir topluluk farz edilirse; o topluluğu var eden nedenin o bireylerin dışında olması ve onları teker teker yaratması gerekir. Eğer bireylerin bir kısmını yaratır ve geri kalan bölümü de ya ayrı bir neden tarafından ya da daha önce var edilen bireyler tarafından oluşturulursa bu, o nedenin topluluğun mutlak nedeni olmadığını gösterir. Oysa o nedenin o topluluğun mutlak nedeni olduğunu farz etmiştik. Kısacası bütün bireyleri müsebbep olan topluluğun meydana gelebilmesi için iki yol düşünülebilir:
a) Bütünün dışında olan bir neden, o bireylerin tamamını teker teker meydana getirir.
b) Bütün bireylerin dışında olan bir neden, o topluluğun bireylerinin bazılarını meydana getirir, diğer bazılarını da ya topluluğun dışında kalan ikinci bir neden, ya da önceden dış neden aracılığıyla meydana getirilen bireyler tarafından meydana getirilir. Her iki taktirde de bütün bireyleri müsebbep olan (mümkün olan) bir topluluğun var olabilmesi için müsebbep olmayan (mümkün olmayan) bir dış nedene, yani kendi zatından vacip olan bir nedene ihtiyacı olduğu sabit olur. Fakat şu var ki, ikinci olasılıkta o dış sebep o topluluğun mutlak nedeni sayılmaz.
“Demek ki, illetler (sebepler) ve ma’lullar (müsebbebler) zincirinden oluÅŸan bir topluluÄŸun içerisinde kendisi ma’lul (müsebbep) olmayan bir illet (sebep) vardır. Zorunlu olarak o illet o silsilenin ortasında deÄŸil başında olmalıdır. Zira ortasında olursa onun kendisi de ma’lul (müsebbep) olur. Oysa onun ma’lul (müsebbep) olmaması gerekir.
Sonuç: İster mütenahi olsun, ister gayri mütenahi birbirine baÄŸlı illet (sebep) ve ma’lullar (müsebbep) zincirinde, kendi ma’lul (müsebbep) olmayan bir fert bulunmazsa, o zincir kendi fertleri dışında kalıp onların başında olan bir illeti gerektirir. Ve eÄŸer onun fertleri arasında kendi ma’lul (müsebbep) olmayan bir fert bulunursa, zorunlu olarak o fert o zincirin başı olur. O halde her bir varlık zinciri zorunlu olarak kendi zatı itibarıyla Vacib-ül Vücut olan bir yaratıcıya dayanmaktadır.” (92)
__________
Kaynaklar
(61)- İbrahim: 10
(62)- Bakara: 164
(63)- En’âm: 95, 96, 97, 98, 99
(64)- Nahl: 66, 67, 68, 69
(65)- Rum: 20, 21, 22, 23, 24, 25
(66)- Åžeyh Saduk’un et Tevhid adlı kitabı s. 288
(67)- Feyz-i KaÅŸani’nin İlm-ül Yakin adlı kitabı c. 1 s. 30
(68)- Feyz-i KaÅŸani’nin İlm-ül Yakin adlı kitabı c. 1 s. 30
(69)- Feyz-i KaÅŸani’nin İlm-ül Yakin adlı kitabı c. 1. s. 31, 32
(70)- Aynı kaynak s. 33
(71)- Et-Tevhid: s. 293
(72)- Aynı kaynak s. 298
(73)- Lokman: 25
(74)- En’am: 40, 41
(75)- Tefsir-i İmam Hasan El-Askeri Besmele Tefsiri s. 9
(76)- Lokman: 25
(77)- Et-Tevhid Kitabı s. 328, 329
(78)- İkbal-ül A’mal s. 349
(79)- Feyz-i KaÅŸani İlm-ül Yakin s. 52 naklen İkbal-ül A’mel s. 350
(80)- Feyz-i KaÅŸani İlm-ül Yakin s. 51 naklen İkbal-ül A’mel s. 349
(81)- Feyz-i Kaşani İlm-ül Yakin s. 51
(82)- El- İşarat vet Tenbihat c. 3 s. 66
(83)- Fussilet: 53
(84)- Fussilet: 53
(85)- El-İşaret vet Tenbihat 4. Nemet (bölüm) c. 3- s. 66 ve bkz. M.H.T. Usul-u Felsefe c. 5 –s. 80
(86)- Şerh-i El İşarat vet Tenbihat İşarat c. 3- s. 66-67
(87)- Esfar-ül Erbaa c. 6 s. 26, 27
(88)- TopaloÄŸlu Allah’ın varlığı s. 46 naklen İbn-i Sina El Necat s. 235, Esfar-ül Erbaa c. 6 s. 26, Åžerh-i El- İşarat vet Tenbihat c. 3 s. 19
(89)- Muhammed Asif El- Muhsini Sırat-ül-Hak c. 1 s. 202 naklen Esfar-ül-Erbaa c. 2-s. 142 ve Eş-Şevarik c. 1-s. 200
(90)- Aynı kaynak.
(91)- Bkz. M.H.Tabatabai Usul-u Felsefe c. 3, s. 34 ve Hüseyin Asif Sırat-ül Hak c. 1 s. 101 Naklen El-Şevarik c. 1 s. 199
(92)- Åžerh-i El-İşarat vet Tenbihat c. 3 s. 18’den 28’e kadar