Ebu Basir şöyle rivayet etmiştir:
Ebu Abdullah’ın (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle dediğini duydum:
“Allah celle ve azze Rabbimizdir ve bilinenler olmadan ilim; O’nun zatıydı. İşitilenler olmadan işitme; O’nun zatıydı. Görülenler olmadan görme; O’nun zatıydı. Güç yetirilenler olmadan kudret; O’nun zatıydı. Eşya var olunca, bilinenler meydana gelince, Allah’ın bilgisi bilinenlere taalluk etti, işitmesi işitilenlere, görmesi görülenlere ve kudreti güç yetirilenlere taalluk etti.”
Dedim ki: O halde Aziz ve celil olan Allah her zaman “mütekellim (konuşan) midir?”
Buyurdu ki: “Kelâm sonradan olma bir sıfattır, ezelî değildir. Aziz ve celil olan Allah vardı ve mütekellim değildi.”
***
Hammad b. İsa şöyle rivayet eder:
“Ebu Abdullah’a (aleyhi selâm) sordum ve dedim ki: Acaba Allah her zaman biliyor muydu?”
“Buyurdu ki bilinen olmadan biliyordu.” Dedim ki: “Acaba her zaman duyuyor muydu?”
Buyurdu ki: “İşitilen olmadan O duyuyordu.” Dedim ki: “Acaba her zaman görüyor muydu?
Buyurdu ki “Görülenler olmadan görüyordu.”
***
Hüseyin b. Halit, Rıza Ali b. Musa’nın (aleyhi selâm) şöyle dediğini duyduğunu rivayet eder:
“Allah Tebareke ve Teâlâ her zaman âlim, kadir, canlı, kadim, işiten ve görendir.”
Dedim ki: “Ey Peygamberin oğlu! Bir grup, Aziz ve celil olan Allah’ın ilimle âlim, kudretle kadir, hayatla canlı, kıdemlikle kadim, işitmekle işiten ve görmekle gören olduğunu söylüyorlar.”
Buyurdu ki: “Kim bunları söyler ve bu söylediklerine de inanırsa gerçekte Allah ile birlikte başka ilâhlar edinmiştir ve böyle bir şahıs hiçbir şeyde bizim velâyetimiz üzerine değildir.” Sonra şöyle buyurdu:
“Aziz ve celil olan Allah kendi zatı gereği her zaman âlim, kadir, canlı, kadim, işiten ve görendir. Allah, müşriklerin ve teşbih ekolünün söylediklerinden münezzeh, son derece yüce ve uludur.”
***
Harun b. Abdulmelik Ebu Abdullah’a (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) tevhid hakkında sorulduğunda şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Aziz ve celil olan Allah sabittir, vardır, batıl olmayan, sayıyla sayılmayan, yaratılanların sıfatlarının hiç birine sahip olmayandır. Aziz ve celil olan Allah için sıfatlar ve vasıflar vardır. Ona ait sıfatlar ve o sıfatların işiten, gören, şefkatli, merhametli gibi benzeri isimleri yaratıklarında da cari olmaktadır ve Zatına ait vasıfları vardır bunların da Allah Tebareke ve Teâlâ dışında kullanılması uygun değildir. Allah karanlığın olmadığı nur, ölümün olmadığı canlı, cehaletin olmadığı âlim, boşluğun olmadığı ihtiyaçsızdır. Rabbimizin zatı nur, canlı, âlim ve ihtiyaçsızdır.”
***
Cabir Ebu Cafer’den (İmam Muhammed Bakır aleyhi selâm) şöyle rivayet eder:
“Allah Tebareke ve Teâlâ ondan başka bir şey olmadan vardı. Karanlığın olmadığı nur, yalanın olmadığı doğru, cehaletin olmadığı âlim, ölümün olmadığı canlıdır. O, bugün de böyledir ve ebediyen de böyle olacaktır.”
***
Abdul- a’ala, Salih Kul Musa b. Cafer’den (aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
“Allah –ki Ondan başka ilâh yoktur- keyfiyetsiz ve mekânı olmaksızın canlı idi, ne bir şey de ve ne de bir şeyin üzerinde idi. Mekânı olması için mekânı icat etmedi, eşyaları yarattıktan sonra kudret sahibi olmadı, yarattıkları şeyler içinde hiçbir şey ona benzemez ve onları inşa etmeden önce mülkiyeti üzerine kudretinde bir eksikliği yoktu. Onların gitmesiyle de kudretinde bir eksilme olmayacaktır. Aziz ve celil olan Allah sonradan oluşan bir hayat olmaksızın canlıydı, bir şeyi inşa etmeden önce mülk sahibi idi, inşa ettikten sonra da mülk sahibidir. Allah’ın bir sınırı yoktur. Bir şeye benzerliğiyle tanınmaz, baki kalmakla yaşlanmaz, bir şeye çağrılmakla seslenmez, ama Onun korkusuyla bütün her şey feryat eder. Allah sonradan olan bir hayat olmaksızın, vasıflanmadan, nasıllığı sınırlanmadan, bir yerde durmadan, bir mekânda sükunet bulmadan canlı idi. Bilakis O zatıyla canlı, her zaman hükümrandır. Kudret ve meşiyetiyle istediği şeyi istediği zaman yarattı. Keyfiyetsiz olarak önceliksiz, mekânsız olarak sonsuzdur. “O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. (Kasas, 88)” “Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir! (A’raf, 54)”
***
Abdu’l-A’lâ Ebu Abdullah’tan (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) şöyle rivayet etmiştir:
“Allah’ın ismi Onun gayrisidir, O değildir. Ad konulan her varlık “şey”dir. Allah hariç, her şey de yaratılmıştır… Dillerin ifade ettiği ve ellerin işlediği (yazdığı) şeyler (Allah sözcüğü) mahlukturlar. Allah sözcüğü Onu gösteren işaretlerden biridir.
Gayeyi gösteren işaretler işaret edilen gayenin kendisi değildirler. Çünkü işaretler vasfedilirler. Vasfedilen şeyler yapılmıştırlar. Fakat eşyayı yaratan zat, müsemma sınırıyla vasfedilmiş değildir. Oluşturulmuş değildir ki, oluşumu başka bir oluşumla bilinsin. İnsanlar O’nu tanıma hususunda hangi sona ulaşırlarsa Allah bundan gayrisidir. Bunun aziz ve celil olan Allah olduğunu anlayan kimse ebediyen sürçmez. Allah’ı bir hicapla, bir suretle veya bir örnekle bildiğini iddia eden bir kimse müşriktir; çünkü O’nun hicabı, örneği ve sureti O’nun gayrisidir. Bilâkis Allah birdir, birlenmesi gerekendir. O’nu başkasıyla bildiğini iddia eden bir kimse O’nu nasıl birlemiş olur? Allah ‘ı ancak Allah ile bilen bilmiştir. O’nu, O’nunla bilmeyen, O’nu bilmemiştir, olsa olsa O’ndan başkasını bilmiştir. Yaratıcı ile yaratılan arasında bir şey yoktur[2]. Eşyanın yaratıcısı Allah, bir şeyden olmuş değildir. Allah isimleriyle adlandırılır; ama o, isimlerden gayrıdır, Sıfatın mevsuftan gayrı olduğu gibi isimler de O’nun gayrisidir.
Allah’ı, kalbi vehim ve zan yoluyla (zihni ve fikri tasavvurlarla) tanıyabildiğini zanneden müşriktir. Mahlûklar ancak Allah vasıtasıyla bir şeyi tanırlar. Allah’ı kendisinden başka bir yolla tanımak mümkün değildir. Allah yarattıklarından ayrı ve yarattıkları da O’ndan ayrıdır. Allah’ın bir şeyin olmasını istemesi, bir şeyi söylemeden istediği gibidir. Bir şeye hükmettiği zaman kulları için sığınak olmaz ve bir şeye hoşnut olduğu zaman onlar için kanıt gerekmez. Sadece rableri vasıtasıyla bir şeye güç yetirebilir ve de mahlûkların bedenlerinde ortaya çıkan şeylere deva olabilirler. Her kim Aziz ve celil olan Allah’ın irade etmediği şeyi yapabileceğini zannederse, kendi iradesinin Allah’ın iradesine galip geldiğini zanneder. Âlemlerin rabbi Allah kutludur.
Şeyh Saduk (r.a) bu konu hakkında şöyle buyurmuştur: Burada geçen cümlenin anlamı şudur: Her kim Allah’ın güç yetirmesini istemediği bir amele güç yetirebileceğini iddia ederse, iradesinin Allah’ın iradesine galip geldiğini sanmış olur. Âlemlerin rabbi Allah ne yücedir.
***
Aban b. Osman el- Ahmer, Cafer Sadık b. Muhammed’den (aleyhi selâm) şöyle rivayet eder:
Allah Tebareke ve Teâlâ ile ilgili olarak bana haber ver: Acaba Allah her zaman işiten, gören, âlim ve kadir miydi? diye sordum şöyle buyurdu:
“Evet”
Sonra şöyle dedim: “Siz Ehl-i Beyt’in dostlarından olduğunu iddia eden biri şöyle diyor: “Allah Tebareke ve Teâlâ her zaman işitmekle işiten, görmekle gören, ilimle âlim, kudretle kadirdir.” İmam (aleyhi selâm) öfkelendikten sonra şöyle buyurdu: “Kim böyle der ve buna inanırsa müşriktir ve bizim velâyetimiz üzerine değildir. Şüphesiz Allah Tebareke ve Teâlâ’nin zatı âlim, işiten, gören ve kadirdir.”
***
Muhammed b. Müslim, Ebu Cafer’in (İmam Muhammed Bakır aleyhi selâm) kadim sıfatı hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Allah birdir, tektir, Samed’dir. Anlam olarak birdir, farklı birçok anlamları yoktur.”
Dedim ki: Sana kurban olayım. Iraklıların bazısı, yüce Allah’ın görmeyen bir şey aracılığıyla işittiğini ve işitmeyen bir şey aracılığıyla gördüğünü söylüyorlar.
İmam buyurdu ki: “Yalan söylüyorlar. Böyle söylemekle dinden sapıyorlar ve Allah’ı kullarına benzetiyorlar. Allah işitir, görür. Gördüğü şeyle işitir, işittiği şeyle görür.”
Dedim ki: Yüce Allah’ın görmekten kendilerinin anladıkları tarzda gördüğüne inanıyorlar.
Bana dedi ki: “Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir. Ancak yaratılmışlık sıfatına sahip olan şeyler anlaşılır. Allah ise yaratılmış değildir.”
***
Hişam b. Hakem şöyle rivayet etmiştir:
Bir zındık Ebu Abdullah’a (İmam Cafer Sadık aleyhi selâm) sordu ki: “Sen Allah işitendir, görendir mi diyor sun?”
Ebu Abdullah (aleyhi selâm) buyurdu ki: “Allah işitendir, görendir. İşitme organı olmaksızın işitir ve bir âlet olmaksızın görür. Bilakis kendisiyle işitir, kendisiyle görür. “Allah kendisiyle işitir.” derken O, ayrı bir şey, kendisi de ayrı bir şeydir demek istemiyorum. Fakat ben, sorulan biri olarak kendimi esas alarak ifade ediyorum ve soran biri olarak senin anlayacağın bir dil kullanıyorum ve diyorum ki:
“O, bütün olarak işitir; ama bu, O’nun parçası olan bütün olduğu anlamına gelmez. Çünkü bizim için bütün olan, O’nun için parçadır. Fakat ben kendimi esas alan bir ifadeyle senin anlamanı amaçladım. Benim bu sözlerimin tümünün arka planı şu anlamdan başka bir şey değildir:
Allah, zat ve anlam ihtilâfı olmaksızın işitendir, görendir, bilendir, her şeyden haberdardır.”
______________
Kaynak ve Açıklamalar
[1] — Bu ilimden maksat, zihin içinde tasavvur edilen şekiller değildir. Eğer ilimden maksat bu olsaydı, o zaman yüce Allah bir bina yapan gibi olurdu. Ki önce evin şeklini ve projesini zihninde tasavvur eder, sonra binayı yapmaya kalkar. Dolayısıyla binayı zihninde tasarladığı gibi bina eder. Böylece zihin içi şekil ile objeler âlemindeki bina arasında uyum olur. Sonra bu bina gün gelir, ama zihin içindeki şekil varlığım sürdürür. Buna külli ilim denir ve bu ilim Allah için imkânsızdır. Bilakis Allah’ın zatı, malumuyla birlikte ilmin aynısıdır. Sonra malum objeler dünyasında gerçekleşince, malumun zatı, Allah’ın ona yönelik ilminin aynısı olur. Bunun ilkine zati ilim, ikincisine de fiili ilim denir.
Zatî sıfatlar O’nun zatından ayrı değildirler, O’nun dışındaki herhangi bir olguyla ilintili olarak algılanmazlar. Fakat bilmenin, aynı şekilde işitme ve görmenin bir türü de vardır ki, zatın dışında olan fiili sıfatlardan sayılır. Bu tür bilme ve işitme, kutsal zatın dışındaki bir olguyla ilintili olarak gerçekleşmektedir. Tıpkı yaratılan, beslenen, yaşayan ve ölen birinin varlığıyla ilintili olarak gündeme gelen yaratma, besleme, yaşatma ve öldürme sıfatları gibi.
Varlıklar özleri ve tözleri itibariyle Allah’ın mülkü ve O’nun tarafından kuşatılmışlardır. Dolayısıyla bunların sesler türünden olanı, O’nun işitmesinin; ışıklar ve renkler türünden olanı, O’nun görmesinin ve hepsi de, türü ne olursa olsun, O’nun bilmesinin kuşatması altındadır. İşte bu tür bir bilme, Onun fiilî sıfatlarından sayılır. Bu tür bir sıfat, söz konusu fiilin O’nun tarafından gerçekleştirildiği anda gerçekleşir, ondan önce değil. Önceden olmayıp sonra gerçekleşen bu tür sıfatların ispatı, O’nun kutsal ve münezzeh zatında değişiklik yaşandığı anlamına gelmez. Çünkü bu sıfatlar, fiil bağlamından öteye geçmezler, zatın dünyasına girmezler. Bu bakımdan, bilmeyi sahip olmanın bir sonucu gibi gösteren ayet, “Gece ve gündüzde barınan her şey Onundur. O, işitendir, bilendir.” (En’am, 13) Fiil bağlamındaki bilmeyi kanıtlama sadedindedir. Bunu anlamaya çalış. [el-Mîzan, (Hadid, 1-6) Tefsir; 7/43-44]
[2] — Allah’ı isimlendirilen yoluyla değil, isim yoluyla tanıdığını zanneden O’na ta’n ettiğini itiraf etmektedir. Zira isim, hadis bir fenomendir sonradan ortaya çıkmıştır, o halde böyle biri Allah’ı da hadis -sonradan var olmuş- kabul etmiş olmaktadır. İsimle, isimlendirilen şeye birlikte tapınmakta olduğunu zanneden biri Allah’a ortak koşuyor demektir. Her kim Allah’ı tavsif ve sıfat yoluyla tanıyıp bu tanıyışla O’na tapındığını zanneder de vasfolunanı bulup görmeksizin ve idrak etmeksizin tanıdığını sanacak olursa işi gaipliğe -ve neticede mahdudiyete- dökmüş olur, oysaki Allah Teâlâ gaip değildir. Sıfatla mevsufa -sıfatlandırılana- birlikte tapındığını zanneden kimse tevhidi geçersiz saymış olur, zira sıfat sıfatlandırılan şeyden farklıdır. Her kim mevsuf -sıfatlandırılan sıfata nispet vererek ona bu yolla tapındığını sanırsa büyüğü küçük saymış ve Allah’ı, layık olduğu konumda görememiştir.”
Bunun üzerine “peki, tevhid yolu nasıldır?” diye sorulunca İmam şu cevabı verdi: “Bu konuşulabilir, bu çıkmazı aşmanın yolu vardır -yani gerçek anlamda tanıtılacak olursa herhangi bir engel yoktur.- Zira hazır, nazır ve şahid olanın bizzat kendisi -zatı- sıfatından önce tanınıp bilinir; gaib olanın ise sıfatı kendisinden önce tanınıp bilinir.” “Hazır ve şahidin, kendi sıfatından önce bilinmesini açıklamasınız?” diye sorulunca İmam şu cevabı verdi: “Yani O’nu tanımak ilmini bilmeli ve kendini O’nunla tanımalısın; kendini kendin aracılığıyla tanıyıp da onda var olan her şeyin Allah’tan olduğunu ve Allah tarafından var edildiğini anlayarak değil! Tıpkı Yusuf’un kardeşlerinin onu tanıyıp da “Sen Yusuf değil misin?” diye sormaları ve onunda “Ben Yusuf um, bu da benim kardeşim…” demesi gibi…
Kardeşleri, Yusuf u bizzat kendisi ve zatıyla tanıdılar; başka bir vasıtayla -veya tavsif ve nakille- değil, keza zihni tavsifler, düşünce ve hesaplarla da değil!…” Görüldüğü gibi bu hadis çok net olarak şunu demektedir: Münezzeh Hak Teala’yı duyu, his ve düşünce dışında bir yolla tanımak -O’ndan gayrisi için- mümkün ve kolaydır -ki gerçek tanıyış budur- bu durumda münezzeh Hak Tealâ bizzat kendisiyle tanınmış olacak ve o zaman her şey -hatta bizzat tanıyan ve tanıtan da- Hak Teala ile tanınacaktır…
“Yarattığıyla O’nun arasında, bizzat yarattığından başka hicab yoktur.” [kitaptaki] hadisle bu hadisi yan-yana koyduğumuzda şu gerçek çıkar ortaya; bu tür gerçek “tanıma ve marifet’e engel olan şey, insanoğlunun benliği ve dünyaya düşkünlüğüdür. Nitekim çevresindeki her şeyi hatta kendisini bile unutabilmeyi başarıp Rabbu’l-Âlemi’nin dergâhına yönelirse gerçek marifete ulaşacak ve O’nu bilip tanıyabilecektir. Şia ve Sünni hadis kaynaklarında geçen meşhur “Nefsini .-kendini- tanıyan, Rabbini tanır.” mealindeki hadiste kast olunan tanıma “nefsinin acziyet, ihtiyaç ve hiçliğini” tanımadır; nelere ve ne gibi kemallere sahip olduğunu değil… Aksi takdirde gerçek tanıyış ve marifetten mahrum olunacak ve izler, deliller, eserler vasıtasıyla tanıma olan “fikri ve zihni yollarla gaib olanı arama” marifetiyle oyalanıp durulacaktır. [Söyleşiler, Allâme Tabatabaî ve Henri Corbin, s.143–145]